Aslında her şey rahmetli Barış Manço ile başladı benim için… 80’li yılların sonları, serbest piyasa ekonomisine daha tam anlamıyla geçilmemiş dışa kapalı bir Türkiye… Büyük bir Askeri darbenin yaraları yeni yeni kabuk bağlamaya yüz tutmuş, dışarıya açılan penceremiz, tek bir televizyon kanalı, siyah beyaz “TRT”…
O günleri düşünsenize, çevremizde kaç insan yurt dışına gidip gelebiliyor? Hatta hac ibadeti dışında, kaç insan bir defa dahi olsa yurt dışını görebilmiş? Hep aynı insanlar çevremizde, aynı şive, aynı dil, aynı kültür, aynı kıyafetler, aynı eşyalar, aynı arabalar… İşte bu karanlık dönemden, açtığı pencere ile bizleri ilk çıkaran oldu “Barış Manço”.
Sonra Ege Bölgesinde “Alamancı” diye sıfatlandırılan gurbetçilerimiz buluşturdu bizi farklı bir dünyayla, onlarla birlikte ilk önce farklı çikolatalar girdi hayatımıza, sonra Murat’dan, Şahin’den, Reno’dan farklı araçlar… Farklı bir dil işittik kırık bir Türkçe ile, ilginç kıyafetlerle arzı endam ederlerken sokaklarımızda…
Kısacası TRT’de sıkça izlediğimiz Gorbaçov’u saymazsak, Kore savaşından bu yana, böyle idi büyük çoğunluğumuzun dış dünya ile buluşması, sonra özel kanallar girdi hayatımıza, “Meraba Televole” dedirtirken Acun Ilıcalı, popüler kültürü, eğlenceli yaşamları konuk ettik evlerimize…
Ve gümrük birliği, ithalatın gelişmesi, yeni ürünler derken özenme halleri, onlar gibi olma yarışı başladı kontrolsüzce…
Dünümüzü koruyamadık, yarınımızı planlayamadık acemice…
Böyle başladı Dünya’ya ve şehirlere merakım benim… Farklı kültürler, farklı insanlar hep cezbetti beni…
Takibe devam ettim hep, günümüzde ise bir film gözlerimizi açmaya çalıştı başarıyla “Entelköy Efeköy’e Karşı” öyle naif anlattı ki bizlere koruyamadıklarımızı… Değerlerimizi katma değere dönüştüremeyişimizi, elimizden toplu iğneyi yere düşürünce birkaç adım geriden geniş bir perspektif ile arayışımız gibi izletti birkaç adım öteden düştüğümüz yeri… Sonra Cem Seymen’ler avaz avaz haykırmaya başladı değerlerimizi yitirişimizi…
İşte şehirler üzerine çalışmalarım, bu haleti ruhiye ile 2008 yılında, cesurca özel sektördeki yöneticilik kariyerimin bir kalemde üstünü çizerek akademik düzeyde başladı. Geçmişten, günümüze merakım, izlenimlerim, değerlendirmelerim sonrası, beynimi kurcalayan asıl sorunun cevabını aramak üzere çıktığım bir yolculuktu aslında… Yıllarca övülen yurt dışındaki farklı insanlar, farklı kültürler, farklı mutfaklar, farklı yapılar, farklı sokaklar…
Ve bizim neyimiz eksik?
Geliştikçe asıl soru geldi aklıma, peki bizim onlardan farkımız ne?
Tabi ki buldum bu sorunun cevabını, benzerliklerimiz olduğu kadar bizi biz yapan, öyle güzel değerlerimiz, kültürümüz, ürettiklerimiz, hasletlerimiz var ki, sırf bu farklılıklarımız kısacası değerini bilmediğimiz “hazinemiz” onların da bizleri merak etmesi için binlerce sebebe gebe…
Bizler sadece, Sayın Yüksel Aksu’nun da beyaz perdeye aktardığı gibi yeter ki değerlerimiz elimizden gitmeden kıymetini bilelim. Sayın Cem Seymen’in her fırsatta dillendirdiği gibi kendimize güvenelim. Geleceğimize inanalım. Her sözümde, her yazımda bahsettiğim gibi korumayı öğrenelim. Değerlerimizi katma değere dönüştürelim. Ve Sevgili Barış Manço gibi insanları sevelim, en azından kendimize samimi olalım…
Bu serüvenin devamı mı? Var tabi ki, ilk önce askere ilk adım attığımda, büyük bir tabelada okumuştum, “Uzman az konuda, çok şey bilendir” ben de az konuda, (Kentsel Pazarlama, Şehirler) çok şey bilebilmek için çok çalıştım, okudum, araştırdım yıllarca… 2008 yılında Kentsel Pazarlama, Şehir Markalaşması, Kent Kimliği içerikli tezim sonrası, Türkiye’nin ilk kentsel pazarlama (marka şehir İzmir) web sayfasını hayata geçirdim. İlk sosyal medya sayfasını açtım. İlk önce aramıza ülkemizde yeni yeni bu konuda kalem oynatmaya başlayan öncü akademisyenlerimiz katıldı. Sonra adını bile zikrettiğimizde gururlandığımız erdemli büyüklerimiz… Üniversitelerimiz, kurumlarımız… Her geçen gün mıknatıs gibi farklı disiplinlerden etik değerlere bağlı akademisyenler, ahlaklı profesyoneller, heyecanlı, idealist gençler ile birbirimizi çektik. Her geçen gün birlikte dahada güçlendik… Ve ben iken “biz” olduk.
2011 yılında Türkiye’nin, ilk kentsel pazarlama ajansını kurduk. Çok inceledik, izledik, gezdik, gördük, merak ettik, uyguladık, sahada var olduk, söylenenler ile yapılanları kıyasladık, gerçeklerin acı tadını dilimizde hissettik, ülke olarak eksiklerimizi hatalarımızı tespit ettik, biriktirdik. Cesurca, yüksek sesle dillendirdik. Kaybettiklerimize çok üzülsek de geleceğimize inandık!
Eğitip, geliştirme ve sürdürülebilirlik hedefleri bulunan, yegâne amacı, sistemli, güçlü, değerlerini ve ürünlerini koruyup, katma değere dönüştürebilen, yerelden kalkınma hamleleri geliştirip, uygulayabilen, kendini iyi tanıyıp, farkındalık yaratan, ‘yaşayan şehirler’ yaratalım istedik.
Sonra dedik ki “Çözümsüzlükten nemalanan insanlara karşı biz çözüm üretelim. Elimizi taşın altına biz koyalım.” Bir projeyle daha iyiyi yaratmak adına, eğitimi (Yaşayan Şehirler Enstitü), bilimi üretmeyi, değerli yöneticilerimizle, profesyonellere aktarmayı, deneyimlerimizi, bilgimizi birleştirmeyi, cesaretlendirmeyi, desteklemeyi, paylaşmayı , araştırmayı ve her şeyden önemlisi yeni nesillere aktarmayı, değerlerimizi korumayı kendimize şiar edinelim.
Bu yolda kentsel kalkınma hedefli, şehirlerimizin ve değerlerinin etkili pazarlanması ve markalanması, yöre kaynaklarının korunup, doğru değerlendirilmesi, sürecin hedef odaklı, kesintisiz yönetilmesi ve kentler için katma değerler yaratılması amacıyla, Yaşayan Şehirler Projesi’ni hayata geçirdik.
Ayrıca gücümüzü oluşturan, Yaşayan Şehirler Platformunu 2010 yılından 2014 yılına kadar ince ince planladık. 2014 yılından itibaren planlarımızı adım adım hayata geçirmeye başladık. 2015 yılında tamamını kamuoyu ile paylaştık, 2016 yılında EMITT fuarında uluslararası düzeyde tanıtımlarımızı yaptık, şehirlerimizden ve devlet yönetimimizden kabul gördük, beğeni aldık…
Maalesef 15 Temmuz öncesi ve sonra ülkemizde yaşanan elim olaylar, varlığımıza kasteden hain saldırılar, seçim süreçleri nedeni ile şehirlerimiz için çok daha sağlıklı ve doğru adımlar atabi